23 Eylül 2010 Perşembe

GÖKYÜZÜNDEKİ KIRMIZI GÜL: ROSETTE NEBULA


Sonra gök yarılıp yağ gibi erimiş olarak kıpkırmızı bir gül olduğu zaman (Rahman Suresi, 37);

Yukarıdaki ayetteki "kıpkırmızı bir gül" olduğu zaman ifadesinin Arapçası "verdeten ke eddihani"dir. Bu ifade ile gökyüzünde oluşan görüntü, kırmızı renkte bir güle benzetilmektedir. Bu tarif, gökyüzünde kırmızı renkte, katmerli bir görünüm alan gökcisimlerinden özellikle "Rosette Nebula" ile çok büyük benzerlik taşımaktadır.

Nebula uzayda bulunan bulutsu gaz kütlelerine verilen isimdir. Nebula oluşmadan önce bir yıldızdır ve bu yıldızlar çok büyük oldukları için, içten gelen basınç ve yüksek sıcaklığın etkisiyle uzay boşluğuna gaz salarlar. Bu gaz püskürmeleri oldukça büyük miktarda ve hızlıdır. Daha sonra bu gazlar yakınlaşarak bir gaz bulutu oluştururlar ve bu gaz bulutunun sıcaklığı 15.000 0C'den fazladır.

Nebulaların bir çeşidi, güle olan benzerliğinden dolayı bilim adamları tarafından da "Rosette Nebula" olarak adlandırılmaktadır. Rosette Nebula da geniş bir toz ve gaz kütlesidir ve dolunayın 5 katı kadar bir yüzey olarak gözükür.2 Bizden yaklaşık 5.000 ışık yılı uzaklıktadır3 ve gerçek çapının 130 ışık yılı genişliğinde olduğu tahmin edilmektedir.

Penn Eyalet Üniversitesi’nden astronomi ve astrofizik alanındaki kıdemli araştırmacılardan Leisa Townsley liderliğinde bir ekip, Chandra X-ray teleskopunu kullanarak, Rosette Nebula'yı incelediler. Nebula içerisindeki yıldızların birbirleriyle çarpışarak 6 milyon derecelik gaz meydana getirdiklerini tespit ederek; Rosette Nebulası'ndaki yüzlerce yıldızı görüntülediler. Leisa Townsley gördüklerini şöyle yorumlamaktadır:

Rosette Nebulası çevresinde, X-ışını yayımından meydana gelen muhteşem bir kırmızı parlaklık var, belki de galaksi içerisinde yıldızların oluştuğu bölgelerde benzerleri de bulunuyor.

Resimlerde görülen bu gökcisminin varlığı ancak teknolojik gözlem araçları ile mümkün olmaktadır. Kuran ayetinde gökyüzü ile ilgili dikkat çekilen bu durum, günümüz astronomi bulguları ile büyük bir uyum içerisindedir. Bir Kuran ayetinde şöyle buyrulmaktadır:

Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur'an'dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, Biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın. (Yunus Suresi, 61)

Kaynak: www.kuranmucizeleri.com adresinden alıntıdır.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

DAĞLARIN HAREKET ETMESİ

Dağların göründükleri gibi sabit olmadıkları, sürekli hareket halinde bulunduklarını 1400 yıl once indirilen kitapta (Kuranı kerim) şöyle bildirilmektedir:

"Dağları görürsün de, donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler... (Neml Suresi, 88)"

Dağların bu hareketi, üzerinde bulundukları yer kabuğunun hareketinden kaynaklanır. Yer kabuğu kendisinden daha yoğun olan manto tabakası üzerinde yüzer gibi hareket etmektedir. İlk olarak 20. yüzyılın başlarında Alfred Wegener isimli Alman bir bilim adamı, yeryüzündeki kıtaların Dünya'nın ilk dönemlerinde birarada bulunduklarını, daha sonra farklı yönlerde sürüklenerek birbirlerinden ayrılıp uzaklaştıklarını öne sürmüştü.



Ancak jeologlar, Wegener'in haklı olduğunu onun ölümünden 50 yıl sonra yani 1980'li yıllarda anlayabildiler. Wegener'in, 1915 yılında yayınlanan bir makalesinde belirtmiş olduğu gibi; yeryüzündeki kara parçaları yaklaşık 500 milyon yıl önce birbirlerine bağlılardı ve Pangaea ismi verilen bu büyük kara parçası Güney Kutbu'nda bulunuyordu. Yaklaşık 180 milyon yıl önce Pangaea ikiye ayrıldı. Farklı yönlere sürüklenen bu iki dev kıtadan birincisi Afrika, Avustralya, Antarktika ve Hindistan'ı kapsayan Gondwana idi. İkincisi ise, Avrupa, Kuzey Amerika ve Hindistansız Asya'dan oluşan Laurasia idi.

İşte Pangaea'nın parçalanmasıyla ortaya çıkan bu kıtalar sürekli olarak kara ve deniz arasındaki dağılımı değiştirerek, yılda birkaç santimetrelik hızlarla Dünya yüzeyinde sürüklenmektedirler.

20. yüzyılın başlarında yapılan jeolojik araştırmalar sonucunda keşfedilen yer kabuğunun bu hareketi bilimsel kaynaklarda şöyle açıklanmaktadır:



Yer kabuğu ve üst mantodan oluşan 100 km kalınlığındaki Dünya yüzeyi "tabaka" adı verilen parçalardan oluşmuştur. Dünya yüzeyini oluşturan altı büyük tabaka ve sayısız küçük tabaka vardır. "Tabaka tektoniği" adı verilen teoriye göre bu tabakalar kıtaları ve okyanus tabanını da beraberinde taşıyarak Dünya üzerinde hareket ederler... Kıtasal hareketin yılda 1 ile 5 cm civarında olduğu hesaplanmıştır. Tabakalar bu şekilde hareket ettikçe Dünya coğrafyasında değişiklikler meydana gelir. Örneğin, Atlantik Okyanusu her sene biraz daha genişlemektedir.2

Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da şudur: Allah dağların hareketini ayette "sürüklenme" olarak bildirmiştir. Nitekim bilim adamlarının bugün bu hareket için kullandıkları İngilizce terim de "continental drift" yani "kıtasal sürüklenme"dir.3

Kıtaların kayması Kuran'ın indirildiği dönemde gözlemlenemeyecek bir bilgidir ve Allah ayette geçen "dağları görürsün de, donmuş sanırsın" ifadesiyle insanların bu konuyu ne şekilde değerlendireceklerini önceden bildirmiştir. Ancak bunun ardından bir gerçeği açıklamış ve dağların bulutların sürüklendikleri gibi sürüklendiklerini haber vermiştir. Görüldüğü gibi ayette dağların bulunduğu tabakanın hareketliliğine açıkça dikkat çekilmiştir.

Bilimin çok yeni keşfettiği bu bilimsel gerçeğin, evren ve doğa hakkındaki görüşlerin, hurafe, batıl inanç ve efsanelere dayandığı 7. yüzyılda, Kuran'da haber veriliyor olması şüphesiz büyük bir mucizedir. Ve Kuran'ın Allah'ın sözü olduğunun çok önemli bir delilidir.

Kuran'da "Biz ayetlerimizi hem afakta, hem kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyle ki, şüphesiz onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun..." (Fussilet Suresi, 53) ayetiyle bildirildiği gibi, bu bilimsel gelişmeler de Kuran'ın sözlerini bir bir desteklemekte tabi düşünen insanlar için.

kaynaklar:
1.www.kuranmucizeleri.com yazısından alıntıdır.
2. Carolyn Sheets, Robert Gardner, Samuel F. Howe, General Science, Allyn & Bacon Inc. Newton, Massachusetts, 1985, s. 305.
3. Powers of Nature, National Geographic Society, Washington D. C., 1978, ss. 12-13.

17 Nisan 2010 Cumartesi

Bir ışık çakması kadar da uzun olmayan insan ömrü


Yaklaşık 13.7 milyalar yıl önce alınan bir karar neticesinde bu evren oluşturulmuştur. Bu bize göre sonsuz gibi görünen uzun zaman diliminde ise dünyanın yaşı 4.4 milyardır. Beklide insanlık yüzbinyıldan beri yeryüzünde yaşıyor. İnsanlığın yaşı tam olarak belli değildir. Oysa ilk canlılar siyano bakterleriler ise 3.5 milyar yıl önceden beri hala varlar. Bunlara mavi yeşil algler diyoruz. 2.9 milyar yıl önceden kalma ise stromatolit fosilleri bulundu. 65 milyon yıl önceki katastrofik olay dinazorların yok oluşu ve memelilerin hakimiyetinin başlangıç zamanı olarak düşünülüyor.

Bu konular net olmasa da düşünen insanlar için net olan bir şey varki oda tüm bu uzun zaman alan, muntazam gelişmeler bu sonsuz zaman diliminde anlama yeteneği olan bir insan için olduğunu bu sistemi kuran evrenin sahibi açıklıyor. Ömrümüz bu uzun zaman diliminde sadece bir ışık çakması kadar da bile değil. Ama onun için neler neler ne kadar uzun zamandan beri hazırlanmış. Asıl hayret verici olan şey uzayda yolculuk yazısında da belirtildiği gibi sonsuz evrenin genişliği ve uzun zaman dilimlerini kısacık ömrümüzün onunda belli bir zaman diliminde aklımıza sığdırabiliyor anlayabiliyor olmamızdır.

Neden sadece kendimim, neden bu zamanda geldim, nereye gideceğim, ölünce ne olacak gibi soruları kendine hayatının bir döneminde soran insan yoktur sanırım. Bu sorulara da hiçbir bilim cevap veremedi.
Her çağda bu sorulara aynı cevapları veren (bilim hakkında bilgisi bile olmayan, bazılarının okuma yazması bile yok) insanların (peygamber:insanlık tarihi boyunca gönderilmiştir) olması sizi hayrete düşürmüyor mu veya düşündürmüyor mu? Bu konuda en büyük mucize ise son kitap olan kuranı kerimdir. Derler ki neden yeni yol gösterici yok? Neden bu zamanda mucizeler olmuyor. Aslında hepsi mevcut.

Biraz fizik,tıp, matematik, biyoloji, kimya bilen bir insan olarak ben kurandaki bu bilimlerle ilgili ayetleri okuduğumda hayretler içinde kalıyorum. Bu kitap o dönem bu bilgileri nasıl bilebilir. Okuma yazması olmayan bir insan bunlardan nasıl haberdar olabilir. Nasıl bilebilir. Demek ki bunları insana bildiren biri var.
Bu varlık öyle bir varlık kı fizik,tıp, matematik, biyoloji, nano teknik, elektronik daha nice bilim dallarını biliyor. Bunları değişmeden milyarlarca yıl sabit tutuyor. Bilimin bile anlayamadığı gelecek ile ilgili bilgi veriyor. Mesala kıyamet günü dumandan bahsediliyor, daha ötesi başka bir dünyadan bahsediyor. O başka dünyanın özelliklerinden bahsediyor.

Kendini dinle. Ne diyor sana? Sonsuzluk istiyor değil mi? Başka hiçbir şey tatmin etmiyor.
Geç olmadan düşün. Öteki dünyaya gitmeden düşün. Acı!, güzel! gerçeklere artık uyan. Sen istesen de istemesen de oraya gidiyorsun zaten. Bu senin elinde değil. İnkar etmek bu gerçekleri kolay. Ama ya doğruysa o zaman kim kaybeder? Hem o gerçekler hayatı yaşanmaz kılmıyor ki ? Bilakis güzelleştiriyor. Hayata anlam katıyor.

Einstain den birkaç alıntı yaparak yazıma son veriyorum. Bazılarının yazım ile ilgisi yok hoşuma gittiklerinden dolayı yazdım.
“İnancı dışlayan bilim topal, bilimi dışlayan din kördür.”
“Basarili bir insan olmaya calismayin; degerli bir insan olmaya calisin. Basarili insan, hayattan verdiginden fazlasini alir. Degerli insan ise, hayattan aldigindan fazlasini verir.”
“Kendi yaşamının ve diğer benzer canlıların yaşamının anlamsız olduğunu düşünen insan; sadece talihsiz olmakla kalmayıp, yaşam için de neredeyse yetersizdir.”
“Aptalların tatili tembelliktir, bitmez.”

23 Şubat 2010 Salı

Auralar (kuzey/güney kutup ışıkları)



Sizin için yerde olanların tümünü yaratan O'dur.
Sonra göğe istiva edip de onları yedi gök olarak
düzenleyen O'dur. Ve O, herşeyi bilendir. „
(Bakara Suresi, 29)


“Sonra, duman halinde olan göğe yöneldi;
Böylece onları iki gün içinde yedi gök olarak tamamladı
ve her bir göğe emrini vahyetti...„
(Fussilet Suresi, 11-12)

Dünya atmosferi ile ilgili önemli mucize Fussilet Suresi'nin 12. ayetinde geçen "Her bir göğe emrini vahyetti" ifadesinde yer almaktadır. Yani ayette Allah'ın her tabakayı belli bir görevle görevlendirdiği belirtilmektedir. Yukarıdaki resimde görülen tabakaların her birinin insanların ve yeryüzündeki tüm canlıların yararı açısından çok hayati görevleri vardır. Yağmurların oluşmasından, zararlı ışınların engellenmesine, radyo dalgalarının yansıtılmasından, gök taşlarının zararsız hale getirilmesine kadar her tabakanın kendine özgü bir işlevi bulunmaktadır.

14 asır önce, gökyüzünün yekpare bir bütün sanıldığı dönemlerde Kuran'da, gökyüzünün katmanlardan meydana geldiği, üstelik bu katmanların sayısının "yedi" olduğu mucizevi bir biçimde haber verilmekteydi.

Çağdaş bilim ise Dünyamız'ı çevreleyen atmosferin belli başlı "yedi" ana tabakadan meydana geldiğini ancak yakın zamanlarda ortaya koydu.

Dünya atmosferinin sayısız yararlarından biri olan ve bir insan olarak hayretle izlediğim aura olayından bahsetmek istiyorum.

AURA IŞIMASI VİDEOSU - AURA TIMELAPSE VIDEO

Auralar (kuzey/güney kutup ışıkları) gökyüzündeki, özellikle geceleri ve kutup bölgelerinde gözüken, doğal ışımalardır. Bu ışımalar ağırlıklı olarak İyonosfer’de de meydana gelir.

Aura, manyetosferde yüklü parçacıkların birbirleriyle çarpışmasından meydana gelir. Güneşten gelen elektronlardan, protonlardan ve ağır partiküllerden oluşan yüklü parçacıklar atmosferin yüksek kısımlarında (yaklaşık 80 km üstü, 50 mil) atomlar ve moleküller ile çarpışır. Bu parçacıklar Güneş’te oluşur ve Dünya’ya düşük enerjili güneş rüzgârları vasıtasıyla ulaşır. Güneş rüzgârının manyetik alanı uygun doğrultuda yaklaştığında (özellikle güney yönünde), Dünya’nın manyetik alanı ile etkileşir ve güneşten gelen parçacıklar manyetosfere girer aura ışımalarını oluşturur.

Dünyamız atmosferi bu radyasyon dolu ışmaları yer yüzüne ulaştırmasını engellenir. Böylece aura dediğimiz olay sayesinde yeryüzü canlıları radyasyondan korunmuş olur.

Tüm bunlar 14 asır önce okuma yazma bilmeyen bir insan tarafından nasıl bilinebilir? Aura olayı gibi uzay, fizik, biyoloji, matematik daha nice bilgilerden bahsediliyor yüce kitapta. Tüm bunlar Kuranın tanrı kitabı olduğunu gösteriyor tabi ki düşünen insanlar için.

Nereden geldik, nereye gidiyoruz, neden varız, ne olursa olsun bir şekilde gideceğiz, neden dünya ve uzay var, biz insanlar neden samanyolu galaksisinde yalışıyoruz? Tarih öncesi neler oldu, dünya insanlık için neden hazırlandı? Geçmiş zaman hakkında bir kısım bilgi sahibi olsakta evrenin oluşmasından öncesi zamana gidemiyoruz, zaman o dönemde varmı? Gelecekle bir kısım tahminlerimiz olsada bu yüce kitapta gelecekte ve dünyanın sonu ile ilgili de bilgi veriyor.

Sen neden insansın, neden bu yazıyı okuyorsan eğer bana göre şimdiki zamanda dünyadasın, geçmişte ve gelecekte değil?

Bu sorularıma cevap verebilecek var mı?

Bu soruları lütfen kendinize sorun.

Bana göre şimdiki zamandan goodby.

22 Şubat 2010 Pazartesi

Naat-ı Şerif



Naat-ı Şerif

Seccaden kumlardı…
Devirlerden diyarlardan
Gelip göklerde buluşan
Ezanların vardı!

Mescit mü’min minber mü’min…
Taşardı kubbelerden Tekbîr
Dolardı kubbelere “âmin!”
Ve mübarek geceler dualarımız
Geri gelmeyen dualardı…
Geceler ki pırıl pırıl
Kandillerin yanardı.
Kapına gelenler yâ Muhammed
-Uzaktan yakından-
Mü’min döndüler kapından!
Besmele ekmeğimizin bereketiydi
İki dünyada aziz ümmet;
Muhammed ümmetiydi.
Konsun –yine- pervazlara güvercinler
“Hû hû”lara karışsın âminler…
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fâtihalar Yâsinler!
Şimdi seni ananlar
Anıyor ağlar gibi…
Ey yetimler yetimi
Ey garipler garibi;
Düşkünlerin kanadıydın
Yoksulların sahibi…
Nerde kaldın ey Resûl
Nerde kaldın ey Nebi?
Günler ne günlerdi yâ Muhammed
Çağlar ne çağlardı:
Daha dünyaya gelmeden
Mü’minlerin vardı…
Ve bir gün ki gaflet
Çöller kadardı
Halîme’nin kucağında
Abdullah’ın yetimi
Âmine’nin emaneti ağlardı.
Hatice’nin goncası
Aişe’nin gülüydün.
Ümmetinin gözbebeği
Göklerin resûlüydün…
Elçi geldin elçiler gönderdin…
Ruhunu Allah’a
Elini ümmetine verdin.
Beşiğin yurdun yuvan
Mekke’de bunalırsan
Medine’ye göçerdin.
Biz bu dünyadan nereye
Göçelim yâ Muhammed?
Yeryüzünde riyâ inkâr hıyanet
Altın devrini yaşıyor…
Diller sayfalar satırlar
“Ebu Leheb öldü” diyorlar.
Ebû Leheb ölmedi yâ Muhammed
Ebû Cehil kıt’alar dolaşıyor!
Neler duydu şu dünyada
Mevlidine hayran kulaklarımız;
Ne adlar ezberledi ey Nebî
Adına alışkın dudaklarımız!
Artık yolunu bilmiyor;
Artık yolunu unuttu
Ayaklarımız!
Kâbe’ne siyahlar
Yakışmamıştır yâ Muhammed
Bugünkü kadar!
Hased gururla savaşta;
Gurur Kafdağı’nda derebeyi…
Onu da yaralarlar kanadından
Gelse bir şefkat meleği…
İyiliğin türbesine
Türbedâr oldu iyi.
Vicdanlar sakat
Çıkmadan yarına
İyilikler getir güzellikler getir
Âdem oğullarına!
Şu gördüğün duvarlar ki
Kimi Tâif’tir kimi Hayber’dir…
Fethedemedik yâ Muhammed
Senelerdir.
Ne doğruluk ne doğru;
Ne iyilik ne iyi…
Bahçende en güzel dal
Unuttu yemiş vermeyi…
Günahın kursağında
Haramların peteği!
Bayram yaptı yapanlar;
Semâve’yi boşaltıp
Sâve’yi dolduranlar…
Atını hendeklerden -bir atlayışta-
Aşırdı aşıranlar…
Ağlasın Yesrib
Ağlasın Selman’lar!
Gözleri perdeleyen toprak
Yüzlere serptiğin topraktı…
Yere dökülmeyecekti ey Nebî
Yabanların gözünde kalacaktı!
Konsun -yine- pervazlara güvercinler
“Hû hû”lara karışsın âminler…
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fâtihalar Yâsinler!
Ne oldu ey bulut
Gölgelediğin başlar?
Hatırında mı ey yol
Bir aziz yolcuyla
Aşarak dağlar taşlar
Kafile kafile kervan kervan
Şimale giden yoldaşlar!
Uçsuz bucaksız çöllerde
Yine izler gelenlerin
Yollar gideceklerindir.
Şu tekbir getiren mağara
Örümceklerin değil;
Peygamberlerindir meleklerindir…
Örümcek ne havada
Ne suda ne yerdeydi;
Hakkı göremeyen
Gözlerdeydi!
Şu kuytu cinlerin mi;
Perilerin yurdu mu?
Şu yuva -ki bilinmez-
Kuşları Hüdhüd müdür güvercin mi kumru mu?
Kuşlarını bir sabah
Medine’ye uçurdu mu?
Ey Abvâ’da yatan ölü
Bahçende açtı dünyanın
En güzel gülü;
Hâtıran uyusun çöllerin
Ilık kumlarıyla örtülü!
Dinleyene hâlâ
Çöller ses verir;
“Yaleyl!” susar
Uğultular gelir.
Mersiye okur Uhud
Kaside söyler Bedir.
Sen de bir hac günü
Başta Muhammed yanında Ebû Bekir;
Gidenlerin yüz bin olup dönüşünü
Destan yap ey şehir!
Ebû Bekir’de nûr Osman’da nûrlar…
Kureyş uluları karşılarında
Meydan okuyan bir Ömer bulurlar;
Ali’nin önünde kapılar açılır
Ali’nin önünde eğilir surlar
Bedir’de Uhud’da Hayber’de
Hakk’ın yiğitleri şehîd olurlar…
Bir mutlu günde ki ölüm tatlıydı
Yerde kalmazdı ruh… kanatlıydı.
Konsun –yine- pervazlara güvercinler
“Hû hû”lara karışsın âminler.
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fâtihalar Yâsinler!
Vicdanlar sakat çıkmadan
Yâ Muhammed yarına;
İyiliklerle gel güzelliklerle gel
Âdem oğullarına!
Yüreklerden taşsın
Yine imanlar!
Itrî bestelesin Tekbîr’ini;
Evliyâ okusun Kur’ân’lar!
Ve Kur’ân-ı göz nûruyla çoğaltsın
Kayışzâde Osman’lar
Na’tını Galip yazsın
Mevlid’ini Süleyman’lar!
Sütunları kemerleri kubbeleriyle
Geri gelsin Sinan’lar!
Çarpılsın hakikat niyetine
Cenaze namazı kıldıranlar!
Gel ey Muhammed bahardır…
Dudaklar ardında saklı
Âminlerimiz vardır…
Hacdan döner gibi gel;
Mi’râc’dan iner gibi gel;
Bekliyoruz yıllardır!
Bulutlar kanat rüzgâr kanat;
Hızır kanad Cibril kanad;
Nisan kanad bahar kanad;
Âyetlerini ezber bilen
Yapraklar kanad…
Açılsın göklerin kapıları
Açılsın perdeler kat kat!
Çöllere dökülsün yıldızlar;
Dizilsin yollarına
Yetimler günahsızlar!
Çöl gecelerinden yanık
Türküler yapan kızlar
Sancağını saçlarıyla dokusun;
Bilâl-i Habeşî sustuysa
Ezânlarını Dâvûd okusun!
Konsun –yine- pervazlara güvercinler
“Hû hû”lara karışsın âminler…
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fâtihalar Yâsinler!


Arif Nihat Asya

13 Şubat 2010 Cumartesi

GERÇEK OLAN SADECE ZAMANDIR, ZAMANDA ve MEKANDA YOLCULUK,ölü ve ya diri olmak, sadece bir zaman farkının izafi görüntüsü

Ucu bucağı olmayan, içinde sonsuz ufukları, her biri birer mücevher tanesi gibi parıldayan yıldızları barındıran kâinatı hep birlikte dolaşmaya ne dersiniz?

Varsayalım ki, hızlı bir uzay aracına bindik ve yerden saniyede 11 kilometre gibi öylesine bir hızla kalktık ki, bu hızı anlamak ve algılamak bile çok güç! Saniyede 11 km. lik bir hızın önemi şuradan kaynaklanıyor: Eğer bir uzay aracı ya da bir roket bu hızla yerden kalkıyorsa, artık bir daha dünyaya dönmeyecek demektir. Bu öyle yüksek bir hızdır ki, yerçekimi kuvvetinin etkisinden kurtulan araç, dünyanın ve güneş sisteminin de ötesine geçerek, galaksi kümelerinin arasından süzüle süzüle yoluna devam edecektir.

Bu hızla 40 saniyede Ankara-İstanbul uzaklığı biterdi. Bu hızla bir saatten biraz fazla bir zamanda dünya çevresini dolanabilirdik. O kadar hızlı, o kadar hızlıyız ki; ben size geçtiğimiz uzaklıkları 10 misli büyüklükleri ile vereceğim. İlk 10 metrede göreceğimiz sadece evlerin çatılarıdır. 100 metre yukardan oturduğumuz yerin sokağını ve semtin bir bölümünü görür; 1000 metreye geldiğimizde de bazı vahşi kuşlarla selamlaşırız.

Yer yüzünden uzaya fırlatılan bir uzay aracının yerçekimi kuvvetini yenerek bir daha geri dönmemesi için ilk hızının saniyede 11.2 kilometre olması gerekir. Bu hıza insanlık alemi ilk kez ‘sputnik’ adlı bir uzay aracı ile 1958 yılında erişti.

10.000 metrede artık şehirler görülmez, yüksek dağ silsileleri, kıvrım kıvrım akan nehirler, yemyeşil ormanlar göze çarpar. Artık metre birimi yetersiz kaldığından kilometre ölçeğine gerek duyuyoruz. İşte çıktık 100 kilometrelik yüksekliğe.

Artık bu seviyede atmosfer tabakası görülmüyor. Biraz aşağıda, ozon gazının gün geçtikçe azalan kalınlığına rastlıyoruz. Ozon bizi güneşten gelen mor ötesi ışınların tehlikelerinden koruyor. 1000 kilometre yukardan dünyamızın görünüşü ne kadar güzeldir! Kutup bölgelerindeki buz dağlarından yansıyan ışığın, okyanusların azgın dalgalarından akseden koyu lâcivert renklerle karışımı ne kadar uyumludur! 10.000 kilometrede dünyamızın yavaş yavaş batıdan doğuya doğru kendi ekseni etrafında döndüğünü fark edeceksiniz. 100.000 kilometre yukarıda ilk astronot Yuri Gagarin'in gördüğü manzarayı siz de şaşırarak, hatta korkarak seyredeceksiniz. Uzay şimdi bu bölgede artık kapkaranlıktır. Nedeni ise çok açık! Her ne kadar uzakta, çok çok uzakta güneşi görüyorsak ta, onun ışığını ve ısısını fark edemiyoruz. Zira güneş ışınları ancak hava içinden geçerken dağılır ve ortalık aydınlanır. Havasız bir ortamda ses yayılmadığı gibi, ışık ışınları da yayılamaz!
Burada artık gece- gündüz gibi kavramalar da anlamını kaybederler. Yalnız gece gündüz değil; yukarı, aşağı, kuzey güney gibi yönleri de unutmamız gerekir!

Dış ortamın sıcaklığı ise mutlak sıfır olan -273 dereceye çok yakındır. Ay bütün güzelliği ve gülümserliği ile bize göz kırpar. 1.000.000 kilometreye çıktık. Bu ortamda ayı da bir hayli geride bıraktık. Güneş etrafında kendi halinde dolanıp duran gezegenleri görüyoruz. Kimisi nefes nefese hızlı; kimisi de nazlı nazlı yavaşça yörüngelerinde yol alıyorlar.

Yerden şimdi 10.000.000 km. uzaktayız ama, Güneşimize hâlâ ulaşamadık. 100 milyon kilometrede biraz yaklaştık desek te, "güneş rüzgârları" adı verdiğimiz çok enerjik yüklü parçacıklar önümüzü kesiyorlar! Güneşteki akıl almaz fışkırmaları, girdapları, yakın uzaya korkunç hızlarla püsküren sıcak alevleri gördükçe, doğrusu, içimizi bir korku kaplıyor. 1 milyar kilometre uzakta olmamıza rağmen, hâlâ güneş sisteminin dışına çıkabilmiş değiliz.



İşte güneşin en son çekilen fotoğraflarından biri. Sağ taraftaki ani fışkırma ve püskürtme uzaya büyük bir hızla yayılıyor ve güneş rüzgârları denilen elektrik yüklü parçacıklar tüm yakın uzayı hareketlendiriyor. Saniyede 465 milyon ton hidrojen, 460 milyon ton helyuma dönüşüyor. Bu dönüşümden termonükleer reaksiyonlar denilen enerji açığa çıkıyor. Işık ve ısı böylece oluşuyor. Dünyamız en hassas uzaklıkta bu ısıyı ve ışığı alarak ‘besleniyor’. Tabiî bizler de!

Milyar kilometrelerin de artık yetersiz kaldığı uzayın o uçsuz bucaksız ufuklarında kendimizi yapayalnız hissediyoruz. Hızla yol almamıza rağmen
1 trilyon kilometreye şimdi varıyoruz. Güneşi epeyce arkada bıraktık ama, karşımıza daha yeni güneşler yeni yıldızlar çıkmadı. Güneşe de "yıldız" diyoruz. Işık ve ısıyı kendiliğinden yayanlara yıldız deniyor. Oysa Dünyamızla birlikte Merkür, Venüs, Mars ve Jupiter gibi gezegenler güneşten aldıkları ışığı yansıttıkları için onlara "yıldız" diyemiyoruz. Şimdi 100.000 triyon kilometredeyiz. Burası galaksimizin merkezi olarak kabul edilebilir. Galaksi demek yıldız kümesi demektir. Her nedense yıldızlar da tıpkı insanlar gibi uzayda toplu olarak bulunurlar. Güneşin ve tüm gezegenlerin de içinde yer aldığı bu galaksiye Türkçemizde "Samanyolu" derler. Açık ve berrak bir gecede üstümüzde bir uçtan öbür uca kadar yayılan puslu ve bulanık bir kuşak görürüz. İçinde bizim yıldızımız güneş gibi 200 milyar güneşin yer aldığı bu galaksiyi öyle kolayca terketmek zor görünüyor. Çünkü artık milyar, trilyon kilometreler de anlamını yitiriyorlar.




Gökbilim uzmanları, uzunluk kavramını birbirlerine daha iyi anlatabilmek için "ışık yılı uzaklığı" denilen yeni ve anlaşılabilir bir ölçü birimini geliştirdiler. Işığın da bir hıza sahip olduğu ve bu hızın bir saniyede 300.000 kilometre olduğu gerçeğinden hareket ederek, ışığın bir dakikada, bir saatte, nihayet bir gün ve 365 günde kat'edeceği mesafeye bir ışık yılı uzaklık adını verdiler. Bu tanımlama ile işler biraz kolaylaşır gibi oldu.

Güneşten sonra dünyamıza en yakın bir yıldız (güneş) vardır. Bu yıldıza astronomi bilginleri "Alfa Centauri" ismini veririler. Sadece güney yarıküreden görülen bu yıldızın ışığı bize tam 4.5 yılda gelir! Bu tarife göre, en yakın yıldızın bizden uzaklığı 4.5 ışık yılıdır. Bu uzaklığı zihnimize yerleştirmek için Alfa Centauri'den 4.5 yıl önce çıkan ışınların "şimdi" bize ulaştığını idrak etmemiz yeter! Veya başka bir anlatımla, bu uzak yıldızda bulunan bir gözlemci "şimdi" dünyaya baksaydı, bizim 4.5 yıl önceki halimizi görmüş olacaktı.

Uzay yolculuğumuz devam ediyor. Bizden 500 yıl ışık yılı ötede, 1500 ışık yılı ötedeki yıldızların birer birer yanlarından geçiyoruz. Ancak o ünlü deyişle "Ömür bitiyor ama, yol bir türlü bitmiyor!" Eğer uzun çok uzun bir ömrümüz olsaydı, 1.000.000 ışık yılı ötedeki yıldız adacıklarını da görüp, ıssız ve karanlık uzayda sessizce yolumuza devam ediyor olacaktık!

İşte nihayet bize de en yakın olan bir galaksi göründü. Bu galaksiye "Andromedea"" adını veriyorlar. Bize en yakın olmasına rağmen, onun uzaklığı tam 2.5 milyon ışık yılı mesafede.

İnanır mısınız, artık milyon ışık yılı uzaklıklar da yeterli olmuyor! Milyar ışık yılı uzaklık birimine geçiyoruz. Geçmesine geçiyoruz ama, uzayın bir türlü sınırlarına varamıyoruz. Burada aklımıza şu ilginç fikir geliyor: Uzayda ne kadar uzağa gidersek, zamanda da o kadar geriye gidiyoruz demektir. Bu son derecede açık ve anlaşılabilir bir sonuç. Çünkü nasıl güneşin ışığı bize 8 dakikada geliyor ve güneş bizden "şimdi" 8 ışık dakikası uzakta görünüyorsa; bu, güneşle dünya arasında 8 dakikalık bir zaman farkının mevcudiyetine işaret ediyor demektir. Yani güneş, "şimdi " sönse, biz onu 8 dakika daha görmüş olacağız! Alfa Centauri de "şu an sönmüş" olsa, biz onu 4.5 yıl daha ışıl ışıl parıldadığını izleyeceğiz demektir. Benzer misal Andromedea için de geçerlidir. Bu galaktik sisteme şimdi baktığımız zaman onun 2.5 milyon yıl önceki durumunu görüyoruz demektir. Bir başka anlatımla, bir yıldız kümesi bizden ne kadar uzaksa, bizim zamanımızdan da o kadar "geride" demektir.

Bu galaksi (yıldız adası) bizden 2.5 milyon ışık yılı uzaklıktadır. Bu gerçeğin anlamı şudur: Biz onu ‘şimdi’ gördüğümüz zaman, aslında galaksiden çıkan ışınlar, zamanımızdan 2.5 milyon yıl ‘ÖNCE’ yola çıkmışlardı. Zamanda böylece ‘geriye’ gittik!!

Uzatmadan hatırlatalım. Bizden 10 milyar hatta 12, 13 ve 14 milyar ışık yılı ötede ve ismine "kuasar" denilen çok enerjik yıldızların (veya yıldız gibi şeylerin) varlığını anlıyoruz. Oralara artık teleskoplarımız ulaşamıyor! Optik sistemlerle değil, radyo sistemleri ile onların varlığını kabul ediyoruz.

Çok derin, çok uzak, çok ahenkli, çok çok... anlamlı bir evrenle karşı karşıya bulunuyoruz!

Biraz önce bizden 500 ışık yılı uzaktaki yıldızların varlığından söz etmiştik. O uzaklıktaki bir yıldızda bir gözlemci olsa ve aletlerini dünyamıza, hatta İstanbul'a çevirse, acaba kimi görürdü?

Cevap, evrenimizin özellikleri ile tam olarak bağdaşan ve fakat akılları karıştıran şaşırtıcı bir gerçekle örtüşür: Gözlemci, Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul surlarına doğru atını sürdüğünü görecekti. Bu görüntü bir hayal, video filmi veya fotoğraf değil, kelimenin tam anlamıyla "gerçek" olurdu!

Hepsi iyi hoş ta, biz Fatih'i ölmüş biliyorduk!

Demek ki, ölüm ve ya diri olmak, sadece bir zaman farkının izafi görüntüsünden başka bir şey değildir!

Bu gerçeğe göre soracağım sorunun cevabını artık siz vereceksiniz, ben izninizle aradan çıkıyorum:

Bizden 1450 ışık yılı ötede bir yıldız olsa, oradaki bir meraklı gözlemci, Arabistan yarımadasına çevirdiği teleskobu ile “gerçek” olarak kimi görürdü dersiniz?
kaynak:www.taskintuna.org

14 Ocak 2010 Perşembe

PARMAK İZLERİNDE SAKLANAN KİMLİK


Her insanın parmak izi kendine özeldir ve buna tek yumurta ikizleri de (aynı DNA dizilimine sahip) dahildir. Farklı bir deyişle, insanların parmak uçlarında kimlikleri şifrelenmiştir.

Kuran'da, insanları ölümden sonra diriltmenin Allah için çok kolay olduğu anlatılırken, insanların özellikle parmak uçlarına dikkat çekilir:

Evet; onun parmak uçlarını dahi derleyip-(yeniden) düzene koymaya güç yetirenleriz. (Kıyamet Suresi, 4)

Ayette parmak uçlarının vurgulanması, son derece hikmetli ve dikkat çekicidir. Çünkü parmak izindeki şekiller ve detaylar, tamamen kişiye özeldir. Dünya üzerinde yaşayan ve insanlık tarihi tarih boyunca yaşamış olan tüm insanların parmak izleri birbirinden farklıdır.

Parmak izi doğumdan önce cenin üzerinde son şeklini alır ve kalıcı yara olması dışında ömür boyu sabit kalır. İşte bu nedenle parmak izi, herkese özel çok önemli bir "kimlik kartı" sayılmakta ve parmak izi bilimi ise insanlar tarafından bilinen değişmez ve yanılmaz kimlik tespit yöntemi olarak kullanılmaktadır.Parmak izi, bugün suçlunun tespitinde oldukça önem kazanmıştır. Kesin delil teşkil etmektedir.

Parmak izi özelliği ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru keşfedilmiştir. Ondan önce, insanlar parmak izini hiçbir özelliği ve anlamı olmayan çizgiler olarak görmüştür. Fakat Kuran'da, o dönemde (14 asır önce) kimsenin dikkatini dahi çekmeyen parmak izleri vurgulanmakta ve bu izlerin ancak çağımızda fark edilen önemine dikkat çekilmektedir.

Bir hastamın elinde (avuç içinde) derin kesi oluşmuş ve 3 haftaya kadar ancak iyileşmişti. Yara yerine 4-5 adet dikiş atmıştık. Yara tam iyileştikten sonra bile insana özel olan o çizgilerin yeniden uç uca geldiğini gördüm. Bu duruma daha dünyada iken tanık olmuştum. Ama Kuran bunu 1400 yıl önce haber vermişti.